Osman Akan, Türkiye’nin Karadeniz kıyısında doğdu. 1995 yılından bu yana Amerika Birleşik Devletleri, New York kentinde yaşamakta ve çalışmaktadır. 1998’de California Sanat Enstitüsü’nden “Eleştirel Çalışmalar ve Entegre Medya” alanında yüksek lisans derecesi almıştır. Yeni bir medya sanatçısı olarak eğitim alan Akan, 1997. 2002 yılında 3D model “sanal” heykellerin baskılarını yapmaya başladı. Heykelsi eserlerin sanal manzaralarla ilgili olarak somutlaşmasına olan ilgisi 2005 yılında optik fiberlerle çalışmaya yol açtı. İlk büyük fiber optik çalışmalarını 2006 yılında Franconia Heykel Parkı’na kurdu. Akan, 2007 yılında New York Şehir Parkları’nda 40. yıl kutlamaları için bir komisyon olan “Üçüncü Köprü” ün gerçekleştirilmesi için New York Eyalet Sanat Konseyi (NYSCA) Bireysel Sanatçısı Bursu aldı. Akan, Denver Botanik Bahçeleri giriş atriyumuna büyük ölçekli kalıcı bir heykel yerleştirmek için 2009 yılında Denver Kültür İşleri Ofisi’nden sahaya özel bir komisyon aldı. Kamusal alanlarda işler üreten ender sanatçılardan biri olan Osman Akan, çalışmalarına yaşadığı yer olan New York’ta devam ediyor.

Yıllar önce başladığınız sanat yolculuğu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Tambur ’da verseniz klavsen ’de verseniz çalabilen çocuklar vardır ya, ben onlardan biriydim. Bu tip insanlar kolay sıkılır, fazla sorgular ve kendi doğrularını bulmak isterler genellikle. Böyle değerlendirirsek kırklı yaşların sonuna geldiğim bu yıla kadar arayışlar içinde geçen, sıra dışı bir hayatim oldu diyebilirim.

90’li yılların başında Bilkent’te tasarım okudum, o yıllar grafik tasarım ile trafik tasarımın birbirilerine karıştırıldığı yıllardı Türkiye’de. Son yılımda Fransa’da Les Ateliers’nin açtığı bir yarışmada dereceye girdim ve Fransa’ya gittim. Aynı yıl oradan Amerika’ya geçtim ve MIT MediaLab’deki bir hocanın tavsiyesi ile C++ kodlama dersleri almaya başladım. Media öğrenimi konusunun çok yeni olduğu zamanlardı, bu tip ilgileriniz varsa bir sürü dersleri farklı bölümlerden almak durumundaydınız.

Benim Amerika’ya geldiğim 1995 yılını 96’ya bağlayan yılbaşı gecesi New York’ta felaket bir kar fırtınası vardı. O kadar ki soğuk canıma tak etti ve Kaliforniya’ya taşındım. Önce Pasadena’daki Art Center’da dersler aldım, daha sonra burs aldığım ve iki master yaptığım CalArts’a (Kalifornia Sanat Enstitüsü) kabul edildim. CalArts müthiş bir yerdi, başka bir yerde bu kadar yetenekli insanı bir arada bulamazsınız. Daha da önemlisi okul farklı bölümlerden dersler almanıza olanak sağlıyor hatta teşvik ediyordu. Ben Critical Studies ve Integrated Media alanlarında yüksek lisans yaptım, mentorum Dick Hebdige’di. Sonunda animasyon, ses ve video, kodlama bilen multi-displiner bir medya teorisi mezunu haline geldim. Kamusal alanda sanat işleri üretmeye başlamam, aynı anda farklı değerleri kimliğinde taşıyan dikroik filtreler gibi malzemeler kullanmam sanıyorum bu sebeplerden üredi.

Bugün işlerimde belirgin bir şekilde kullanılan, hareket, değişim, ulaşılabilirlik, çokluluk gibi bazı kavramların o günlerde temellendiğini söyleyebiliriz. Işık bahsettiğim tüm bu konuları içselleştirmiş bir malzeme. Aynı anda hem hızı olan hem de atıl görünebilen, frekans, yansıma, kırılma gibi yetenekleri içinde barındıran bir şey. Dolaysı ile farklı katmanları olan karmaşık bir dil oluşturmak için çok müsait, ses gibi bir bakıma.

Kullandığınız sıra dişi malzemelerle tanınıyorsunuz. Oluşturduğunuz formlar dışında kullandığınız ışık çok etkileyici. Bu doğrultuda sanat anlayışınızı tanımlar mısınız?

Işık insanların çok çabuk ilişki kurabildikleri tuhaf bir malzeme gerçekten. İçinde bulunduğumuz alanın tanımlanmasında çok büyük etkisi olan bir şey Işık. Bu coğrafi bir tanımlama olabilir mesela, benim işlerimin de olduğu Alaska’yı düşünelim, buradaki gün ışığı bizim alıştığımız gün ışığından çok farklıdır. Bunu kültürel bir anlatıma dönüştürmek mümkün. Bir örnek vereyim. Alaska’da bir kütüphane için bir komisyon istenmişti benden. Sub-arktik bölgelerde gün ışığı kış aylarında yok denecek kadar az. Bu özellikle gençlerde bunalıma sebep oluyor. Bu durumu hafifletmek adına New York’ta ki gün ışığını oraya taşıyan bir iş yapmıştım. Tabii buradaki renkleri ben seçtim ve bir server’a kodladık. Bu renkleri neye göre kodladınız diye sorabilirsiniz. Gün ışığı aslında ısı ile ilgili olarak sabahın erken saatlerinde soğuk ve açık mavidir, hiçbir zaman bembeyaz olmaz, öğlene doğru ısındıkça beyaza doğru yaklaşır. Öğleden sonra daha bir portakal rengi, sonrasında mevsime de bağlı olarak kızıl, mor gibi renklere bürünür. Akşam olduğunda maviden koyu maviye doğru geçer. Eğer film teorisi, animasyon veya bilgisayar ortamında canlandırma gibi dersler aldıysanız size renk teorisi yanında ışığın rengi de öğretilir. Oradan sonrası sanatçı olarak biraz size kalıyor tabii.

Daha önce bahsettiğim gibi biz ışığı yansıdığı, kırıldığı yüzeyler üzerinden algılıyoruz. Bu şekilde bakıldığında sanat tarihinin en çok üzerinde durduğu konulardan biridir ışık. Rembrandt’den tutun Rothko’ya, James Turrell’den Josef Albers’e kadar aklınıza kim gelirse bu konu ile uğraşmıştır. Benim ışığı malzeme olarak kullanmaya başlamam 96 yılında Kaliforniya’da iken elime geçmiş fiber optik kabloları kullanmaya başlamam iledir bir bakıma. Daha öncelerinde video projeksiyonları yapardım, fakat o zamanlar fazla gelişmemiş bir platformdu bu. Fiber normalde ışık hızında bilgi göndermeye yarıyor, ancak bu gönderilen ışık illa bilgi (data) içerecek diye bir kaide yok. Dahası bu ışığa elektrik ve ısı endişesi olmadan dokunabiliyorsunuz. Bu şekilde yaklaşırsak bir taraftan rengini diğer taraftan ise dokusunu kontrol edebildiğimiz bir malzeme ile karşı karşıya buluyoruz kendimizi. İlk kamusal alanda kullandığım optik fiber işler bu alana ilk adım attığım işlerdi diyebilirim. Brooklyn’de ki “Üçüncü Köprü” isimli işimde renkler işin konseptine bağlı olarak yeşil tonlarında idi. Şimdilerde daha çok renklerin birbirleri olan ilişkileri ile ilgileniyorum. İnanırmısiniz aslında kullandığım dikroik filtreler ve fiber optik kablolar tamamen renksiz! Işığın kırılması, yansıması ve kodlanması ile renk alıyor yaptığım bütün işler.

Mimari mekân ile sanat işlerinizin ilişkisini nasıl kurguluyorsunuz?

Kamusal alanlarda yapılan işler doğası gereği galeri dediğimiz “beyaz kutu” işlerden oldukça farklıdır. Bu tip alanlarda önceden kurgulanmış bir “sanata bakış” profili yoktur. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim, bulunduğunuz mekânın asıl işlevi sanat işlerine bakmak olmayabilir. Böyle bir mekân için iş yaptığınızda sorduğunuz sorular haliyle farklıdır. Tam da bu noktada, bazen insanlar bu konunun mimariye uygun olduğu sanatsal endişelerden uzaklastigi yanılsamasına düşüyorlar. Oysa Gordon Matta Clark’ın da söylediği gibi benim asıl meselem elektrik veya su tesisatı değil hiçbir zaman.

Her sanatçının farklı olduğunu kabul ederek, kendi yaklaşımımın genellikle algılama hızı ile ilgili olduğunu söyleyebilirim. Bu mekânı kullanan, buradan geçen insanlar neler hissetsinler, ben onların algılama hızlarını nasıl kontrol edeyim. Bu sorduğum birçok sorudan biridir. Mekânı daha önceden size verilmiş bir içerik olarak düşünürsek, o içeriğe simetrik veya asimetrik düşünebilirsiniz. Haliyle işleriniz de bunu yansıtacaktır. Bu haliyle ele aldığımızda her yeni proje, yepyeni bir ilintilendirme şansıdır bir bakıma.

Birbirinden içerik olarak uzak iki işimi örnek vereyim, bir tanesi Denver’da çocuk müzesi ötekisi New York’ta Birleşmiş Milletler Parkı. Eğer bu işler birtakım benzerlikler gösteriyorsa bu daha çok sanatçının reflekslerinden ibarettir. Kısaca şunu söylemek isterim, her yeni projeye farklı bir şey denemek için bir şans olarak bakarım ve ben bu şansı mümkün olduğunca akıllı bir şekilde kullanmaya çalışırım.

Enstalasyonunu kurduğunuz yapının kütüphane işlevi ile bağlamsal bir ilişkisi var mı? Varsa nedir?

El Paso, (The Pass) geçiş demek. Rio Grande Irmağının’da sebep olduğu, erozyon dolayısı ile ortaya çikmis, tepeler ve dağlar arası bir geçiş. Bugünün dünyasında, hudutlar dolaysı ile Birleşik Devletler ile Meksika arasında da bir hudut kapısı artık. Metaforik olarak bir tünel gibi hem tektonik hem de diplomatik ve kültürel anlamda bir bağlantıya işaret eden bu şehrin ismi ilgimi çekmişti. Bu bağlamda işlevi lokal ile evrensel arasında bir iletişim kurmak olan kütüphanenin de bir geçiş alanı olduğunu düşünmek ve bunun üzerine görevi ışık hızında data transferi yapmak olan fiber optik kabloları kullanmak “Voids” un tabanını oluşturdu diyebilirim.

Var olan mimari mekânın hacmi ile sizin oluşturduğunuz hacimler (voids) arasında nasıl bir diyalog gerçekleşti? İşin kavramsal zemini nedir?

Bu komisyon bana direkt olarak geldi. Bir konkurdan geçilerek veya bir proje sunularak gelinmiş bir is değil. Daha önce yaptığım isleri görmüşler, bu projede seninle çalışmak istiyoruz dediler ve başladık. Bu şekilde olunca tabiin ucu acık oldu. Ben projeye dahil olduğum zaman mekân henüz plan halinde idi. Ben de dijital ortamda çalıştığım için bu tip mimari planlara entegre olmam çok kolay oluyor. Düşünürseniz, bina fiziksel olarak yoktu ama bilgi olarak vardı. Tam da benim bu proje için düşündüğüm konu bu ikilem arasındaki geçiş idi aslında. işin ilginç yani bina kütüphane ve kültürel merkez olmak üzere iki kanat ve bu iki kanadı bir birine bağlayan bir atrium’dan oluşuyordu. Ben bu atrium’a bir iş yapmak istediğimi söyledim. Bu fikrime pek bayılmadılar aslında, çünkü onlar binanın önünde, daha monumental bir iş istiyorlardı. Ben ise atrium’un hem korunaklı ve hem de binanın önüne ve arkasına bakan, tamamen cam fasadı olduğu için ideal olduğunu savunuyordum. En sonunda onları da bu düşünceme ikna ettim ve “Voids”u yapmaya koyulduk.

Bahsettiğim üzere, iki binanın arasına gelen ve on ve arka cephesi tamamen cam olan bir atrium’ du benim beğendiğim bu alan. Yüksek tavanlı olması dolaysı ile tavandan asılan bir form doğal olarak alanın kendiliğinden önerdiği bir yaklaşımdı. Benim bahsettiğim tektonik ve dijital formlar arasında ki ilişkiye aşağıdan yukarıya bakabileceğimiz bir perspektife olanak sağlıyordu. Amerika’nın güney batısında kalan bu bölgesine bakarsanız, kanyonları oluşturan erozyonların gerilerinde yatay çizgilere sahip doğal formları bıraktıklarını görürüsünüz. Bunlar yani zamanda haritacılıkta kullandığımız yükseklik çizgilerine benzerler. “Voids” bu bilgileri kullanarak oluşturulmuş ve tabii ki benim tarafımdan kurgulanmış bir iş.

 

Röportaj: İrem Efe

 

Share on linkedin
Share on whatsapp
Share on facebook
Share on twitter
Share on pinterest