warhola 5_ number

 

Nil Aynalı

Sanat / Mimarlık. İki isim. İsimler, şüphesiz dünya üzerindeki olgular hakkında konuşabilmeye yarıyor. Olgular, belli isimler ve kavramlar ile temsil edilmedikçe dilin ve düşüncenin imkan alanı içerisine giremiyorlar. Öte yandan söz konusu kavramlar keskin sınırları olan kategorilere dönüşüp nesneleştikçe, temsil ettikleri olguların çoğulluklarından azade bir varlık kazanıp, müstakil  gösterenler haline gelmeye başlıyorlar. Bu yolla kimi zaman kolayca, dünyanın hakim iktidar düzeninin araçları haline gelebiliyorlar. Hatta temsil edilen olgular, bu sefer temsil edenin tabi olduğu iktidar düzeninin etkilerine maruz kalıyor, varlık alanları başkalaşıyor. Adına Sanat ve Mimarlık dediğimiz iki alanın da böyle bir durum ile az ya da çok karşı karşıya olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın, özellikle bu coğrafyada, uzun zaman boyunca üst kültüre ait bir üretim alanı olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Bir tür misyon ya da pragmatik bir niyet içermediği sürece, kendini üst kültüre ait görmeyen sosyal gruplar tarafından hafifçe burun kıvrılan bu alanın ürünlerine “sanat eseri” denmesi, bunun hem göstergesi hem de tetikleyicisi olmuştur belki de. Bu dönemde “sanat eseri”nin kültürel ve zihinsel olduğu kadar fiziksel olarak da içinde var olduğu dünya mekanı ile kendi cismaniyeti arasındaki sınırlarını keskinleştirdiği, bu yolla nesneleştiği söylenebilir. Bu nesnenin mekan ile ilişkisi, mekanın içindeki nesnelerden bağımsız bir tür “container”; sanat eserlerinin de o mekanın içine konmuş cisimler olduğu Platonik bir mekan kavrayışı içinden kurulur. Sanat eseri, daha en başından böyle bir mekansal ilişki öngörüsü içerisinde tasavvur edilir, mekan da o nesneye olabildiğince dokunmayan, onu yalnız bırakarak kendini ortaya koymasına izin veren bir nötr zemin olarak hayal edilir. Hatta bu durum o kadar normalleşir ki,  bunun aksi yönündeki herhangi bir durum “Mekân eserin önüne mi geçiyor?” sorusunu akla getirir. Tekrarlandıkça klişeleşen bu soru, mekan ve sanat eserinin ilişkisi hakkında yeniden düşünmenin önündeki setlerden biri haline gelir.

_MG_9238

 

Güncel duruma baktığımızda ise, sanat ürünlerinin “sanat eseri” yerine “iş” olarak adlandırılması bile, üst kültüre dair haleyi bu alanın tepesinden bir nebze de olsa alıyor gibi görünüyor. Bugünün sanat işleri, her tür biçimden, dilden ve zihinsel durumdan beslenen zengin bir çoğulluk içerisinden üretiliyor. Sınırları keskinleştirmekten ziyade bulanıklaştırmak, özenilen ve özendirilen bir tavır haline gelmiş durumda. Bu çoğulluğun kendisinin topyekûn bir olumluluk olarak değerlendirilmesi mümkün değil şüphesiz. Niceliğin de niteliksel farklılaşmanın da arttığı bu aşırı üretim çağında, her biri tekil bir dile sahip olan işleri okumak, anlamlandırmak ve onlarla ilişki kurmak nispeten zorlaşıyor. Bir yandan da sanat alanı, spekülasyon değerlerinin giderek arttığı bir meta pazarı haline gelmiş durumda. İşler sanatsal değerlerinin yanında, belki de ötesinde, ekonomik değerlerine göre bilinirlik elde ediyor, hatta anlamlandırılıyor. Yine de bu çoğulluklar dünyası, mekan ile sanat ürünü arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesi yönünde bir potansiyel içeriyor.

Bugün mimarlık alanının, sanat alanı ile bazı yönlerden aynı kaderi paylaştığı söylenebilir. Aşırı üretimin, sanatta olduğu gibi mimarlıkta da şiddetli bir şekilde gerçekleştiği ve içinde yaşadığımız mekanları köklü bir şekilde dönüştürdüğü aşikar. Mimarlık, çoklukla tüketim kültürünün dinamikleri içinde yönlenen bir tür gayrimenkul üretme işi haline gelmiş durumda. Kar amacının ötesinde herhangi bir söze, hassasiyete, derinleşmiş bir zihinselliğe rastlamak oldukça zor bu alanda. Bunu önemseyen nadir örnekler ise bir kez içi boşaltılarak yüceltilmeye başlandığında, ‘kötü’ mimarlıklarla aynı kaderi paylaşabiliyor, kolayca imaj haline gelerek mekansal değerlerini kaybedebiliyor.

_MG_9240

Mekan ise Mimarlık gibi değil. İmaj haline gelmeye direniyor. “Mekan”ın Arapça kökü olan “kawn” kelimesi “var olma” anlamına geliyor. Mekan, insanın “dünya üzerinde olma” hali içinde varlık buluyor. Bir görüntü değil; bir deneyim, yaşantı, sözcüklere indirgenmesi zor bir hissediş olarak… Aynı mekan içinde her kişi kendi varlığıyla bulunuyor. Mekanı o varlık içinden var ediyor, yaşantılıyor, onunla ilişkiye geçiyor. Ona yerleşiyor, onun parçası haline geliyor, onu kendi parçası kılıyor. Mekan, böyle tasavvur edilmeye başlandığında sanat ile en çok yakınlaştığı noktaya varıyor belki de. İkisinin de son kertede estetize edilmiş birer insan yapıtı olarak ortaya çıktığı ve her insanın kendi dünyası içinde anlamlandığı bir noktaya.

Peki sanat ve mimarlık, daha doğrusu “iş” ve “mekan” nasıl bir birliktelik içinde tasavvur edilebilir? Birbiriyle nasıl bir ilişki kurabilir? Bu sorulara yanıt vermek yerine yakın zamanda gerçekleşen iki ayrı denemeden bahsedelim.

AkbankSanat, Günümüz Sanatçıları Sergisi

İlki, AkbankSanat’ın İstiklal Caddesi üzerindeki mekânında 22 Mayıs 2013 günü açılacak olan Günümüz Sanatçıları Sergisi‘nin ‘sergileme tasarımı’. Seçki, bir yarışma ile elde edilmiş. Belli bir kavram ya da konu etrafında toplanmıyor. İşler, birbirleri ile ilişki kurmaları için bir araya getirilmemiş. Bir jüri tararından seçilmiş olmak ve zamandaş olmak, ortak özellikleri. Farklı biçimlere sahipler: video, nesne, grafik, fotoğraf… Mimardan beklenen, bu işlerin, içinde eşzamanlı olarak var olacağı bir mekan.

Mekan, işlerin bir tür biraradalık hissi içinde fakat kendi tekil dünyalarında var olabilecekleri yeni bir kozmos yaratmayı amaçlıyor. Bunu yaparken mekanın en nötr, çekinik hali olup işi ‘olduğu gibi’ sergilediği savlanan, beyaz duvarlı alışıldık galeri mekanından farklı davranıyor. Burada işler, kendileri ile ilişkiye geçmeye hevesli bir mekanın içine yerleşiyor. Bu kozmik mekan, AkbankSanat’ın içine oraya ait olmayan, kendi iç mekanına sahip bir nesne olarak yerleşiyor. Mekan, içine girildiği anda renk değiştiriyor. Dış dünyaya hakim ortogonal yapı, yerini bazen insanın üzerine doğru gelen, bazen geri açılan, rampalaşan, kabuklaşan, kendi içine çöken, bazen yükselen, her an her yerde yeni bir davranış ortaya koyabilecekmiş gibi görünen bir mekanın ürettiği oblik yapıya bırakıyor. Mekan, içine işleri aldığı anda onlarla kendi yorumu içerisinden ilişkiye geçmeye başlıyor. İşler, birbirine biçim, konu, izleklerine nazaran yerleşerek mekanı biçimlendiriyor. Mekan, işin izlenme mesafesine göre genişliyor. Boyutlarına göre büzülüyor. Yalnızca o işe ‘göre’ biçim alıyor. Spesifikleşiyor. Mekan ve işler adeta birleşiyor. Tek bir şeyin parçası haline geliyorlar. Hal böyleyken mekan, öte yandan, her bir işin kendi dünyasını kurmasına yardımcı oluyor. İçine her seferinde başka başka işlerin konduğu nötr bir sergi alanından ziyade, bütünleştiği işler için bir ev gibi davranıyor. Öyle ki, nötr bir mekanda halim selim, kendi çerçeveleri içinde durması beklenen bazı işler mekana yayılmaktan, yapışmaktan, kendi sınırlarını mekan ile iç içe geçirmekten imtina etmiyor.

1. İstanbul Tasarım Bienali,  Musibet sergisi

2012 yılında ilki düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali’nin iki ana sergisinden biri olan Musibet sergisi İstanbul Modern’in zemin katta bulunan geçici sergi alanına yerleşiyor. Sergi, İstanbul’u ana eksenine alan bir coğrafyadaki hızlı dönüşümün kentte ortaya çıkardığı durumlar üzerine üretilmiş 31 adet işe ev sahipliği yapıyor.

Bir sergiden ziyade bir ‘mekân’burası. Müstakil bir varlık. Biri içeriye adımını atar atmaz haşmetli kapısını apansız bir gürültüyle kapatıyor ve geleni geldiği yerden kopararak yavaşça kendi dünyasının içine çekiyor. Birlikte var olmalarına karşın birbiriyle çekişen iki ayrı hal var bu mekanda. İlki, sonu meçhul upuzun bir koridor. Dar, daraç, boğucu ve karanlık. Ara sıra derinden gelen uğursuz sesler tedirgin ediyor. Bir iç sıkıntısı… Serginin adı olan musibet burada yoğunlaşmış, fizikselleşmiş sanki. Koridorun geçit verdiği odaların her birinde, musibetin farklı hallerini görünür kılan işler bulunuyor. Çözüm önermekten ziyade bakış açısı sunmak, işlerin ortak özelliği. Bu yüzden işler, mimari proje ya da tasarımlardan oluşmuyor. Daha ziyade sanatsal temsil biçimlerine yakın duruyorlar.

Bu karanlık labirentin, belki de ‘hapishane’nin dehlizvari odaları tahminin aksine pek de karanlık değil. Her oda, içine girildiğinde ‘dile’ gelmeye başlıyor. Odaların içinde dile gelenler, dışarıdaki tekinsizliğin içine ışık yakıyorlar. Anlamak ve anlatmak için… Çünkü ancak anlaşıldığı kadar ilişki kurulabilir. Dile getirilebildiği kadar paylaşılabilir, üzerine düşünülebilir, hareket ettirilebilir, düzeltilebilir ya da devrilebilir.  İçerideki işlerin her biri,böyle bir dil oluşturuyor. Anlatıyorlar, soru soruyorlar, işaret ediyorlar, afişe ediyorlar, fikir beyan ediyorlar, tersten bakıyorlar. Belki bu yüzden kolay geçit vermiyor odalara. İtişiyorlar. Ancak iki üç hareketle, bir delikten çıkarcasına kıvranarak girilebiliyor. Bir kez girdikten sonra artık dilin alanındayız. Burada dinlenebilir ve bize anlatacaklarını dinleyebiliriz artık.

Son bir sırrı var bu mekânın: ne burası bir hapishane, ne de konuşanlar burada tutsak. Her oda, söylediği söz ile aslında başka bir yere kapı açıyor. Ama kapının kendisini değil, yalnızca varlığını. Ve bu mekânın içinde değil, zamanın başka bir yerinde… İzleyenin zihninde. Ve her izleyen için başka başka kapılar…

 

left right

Share on linkedin
Share on whatsapp
Share on facebook
Share on twitter
Share on pinterest