warhola 4 numaber

Untitled-1

5556

Untitled-1

890

 

Ardan Özmenoğlu’nun sanatını gerçek anlamda duyumsayabilmenin yolu öncelikle “yaşamaktan” geçer. Bir kamusal insane olabilmekten,  toplumsal ile yoğun bir ilişki içinde,  tarihin güncel görünümlerine, yazılan, çizilen, söylenen, üretilen, eylenen her şeye, bakmak, görmek, izlemek, hissetmekle anlaşılabilecek bir sanat. Yani kısaca yaşamın olumlanmasını gerektiren, sırt çevirmekten ziyade etkin olmayı,  dâhil olmayı; mücadeleden kaçmayan insanı gerektiren bir sanattır karşımızdaki.

Ardan Özmenoğlu görselin hâkimiyetinde yaşadığımız bir çağda gözünü açma anına odaklanır ve orada yerini almayı ister. Bu istek, yoğun bir sanatsal enerji olarak dolaşımda bulunan milyonlarca görsel kodlamanın Özmenoğlu tarafından yeniden üretimi ile kendisini ortaya koyar. Burada ki eleştirel soru şöyle ortaya çıkacaktır: Günümüz simülasyon çağında gösteriye gözlerini açma cesareti kinik bir yaklaşıma mı tekabül eder,  yoksa zekice bir sanatsal stratejiye mi? Bu soruya Hal Foster’ın Warhol için verdiği cevabın uygun ve yerinde olacağını düşünebiliriz: “…onun (Warhol) gösteriye karşı savunusu ile gösteriyle özdeşleşmesini bir birinden ayırmak zordur.”(Foster, 2009: 159)

Ardan Özmenoğlu sanatı iki eksende değerlendirilmeyi hak ediyor.Bir yandan yatayda, güncel kültürel fragmanların yeniden üretimi ile diğer taraftan da dikeyde, sanat tarihi ile kurduğu ilişki bağlamında. Bu ilişki çok boyutlu okumalara açıktır ve bir yandan yakın çağın evrensel düzlemde kendini göstermiş olan kimi yeni avangard istakımlarıyla, diğer yandan da daha gerilerden gelen yerel kültürel üretimlerle ilişkilenir. Bu açıdan Özmenoğlu coğrafyalar arasında kurduğu hareketile küresel düzlemde aidiyet bağını kurduğu kendi coğrafyasının etkilerine, tarihsel çapalar atarak çalışmalarını çok katmanlı hale getirmektedir. Bu çoklu duyumsamalara açılabilecek bir sanatsal üretimdir ve postmodern geçicilik/yüzeysellik sorunsalını aşabilmesi açısından anlamlıdır. İşlerin zamanları uzar ve etkileri artar.

gdg

Deleuze’ün çağdaş resimde figürasyonun ve anlatısal sanatın zayıflığını aşmak anlamındaki sorusu bugün tüm gücüyle güncelliğini korumaktadır: “Figürler arasından narratif (anlatısal) olmayan, Figürler ve olguar asında illustrative olmayan ilişkiler yokmudur?” (Deleuze, 2009: 15) ArdanÖzmenoğlu mimarlık ve grafik disiplinlerinden aldığı deneyim ile hali-hazırda bu sorunsalı aşma noktasında işe başlar ve her sergisinde yeni mesafeler kat ederek ilerler. Temsil halindeki baskı, once kendi içinde parçalanırken figure kendi varlığını diretmektedir. Bu, hikaye etmenin karşısında olguya görsel üzerinden ulaşmanın yoludur. Bedenin yüzeydeki mekanı konturlarında anlamlı bütünlüğünü korumaya çalışırken (sınır ihlalleri olmakla birlikte) farklı parçalar kendi içinde yeniden üretilir. Bu renkler arası katmanlar ile figüratiften kurtularak özgürleşen figürler olarak izleyicinin duyumlarına açılır.

Günümüz sanatı büyük ölçüde deneyimler-arası bir ilişkisellik paradigması ile anlaşılıyor ise, Ardan Özmenoğlu’nun işlerinin içten ve samimi hislerle duygusunu izleyiciye geçirme gücü önemlidir. En eril meselelerden (siyaset veya Yeşilçam üzerine göndermeler), en feminen işlerine (doğa ve bitki ve iznikçinileri vs.) kadar, işlerini zleyici ile dolaysız ve pozitif bir duygu ile ilişkiye geçtiği açıktır. Bu açıdan karamsar olmaktan ziyade ironic ama daha da önemlisi olumlayan bir sanatla karşı karşıyayız. Özmenoğlu’nun çalışmaları kendi düşünsel zeminini ve görüş açısını işlerin önüne geçirerek narsistik bir monolog kurmanın tam tersi bir duruma; yoğun iletişim ve etkileşim kuran, böylece de izleyici üzerinde etkisi olan bir görselliğe ulaşıyor.

Eğer her sanatçı sanat tarihini kendince baştan yazıyorsa, Ardan Özmenoğlu’nun sanatı yaşam dolu bir estetik üretim ve karşıdakine ulaşabilen bir sanattır. Doğaldır ki bu tarih güncellenmektedir ve kendi tarihinde bir aşamadan diğerine geçişte olduğu görülebilen bu sürecin hangi noktalara doğru evrileceğini zaman gösterecektir.

t6

Warhola: Post-it’lere başlama hikayesini merak ediyorum, günlük hayatta çok kullandığımız basit bir malzemeyi ipek baskı ile farklı bir sanat eserine dönüştürüyorsun. Bu süreçten bahsedebilir misin?

Ardan Özmenoğlu: Ben eserlerimde kullandığım post-it notlarla yüksek lisansımı yaparken tanıştım. Post it; çok çağdaş bir materyal, geçmişi olmayan, bugüne, bu ana ait bir malzeme. Unutmamız gereken şeyleri yazarız üstüne. Bu malzemeyi kimi eserlerimde Türk gelenek ve görenekleri, Türk Tarihiyle buluşturuyorum; bazen de unutmamamız gereken ama her zaman unuttuğumuz şeylerle. Ve günümüzde herşey unutulmaya mahkum. O yüzden post-it notlara not etmek gerek!

W.: “New York” sergisi  nasıl gerçekleşti? Dünyanın her bir yerinde kırkı aşkın sergiler açtın, bir çok farklı şehirde bulundun, aynı zamanda atölye olarak da; Berlin ve İstanbul arasında çalışmalarına devam ediyorsun. Yurt dışı bağlantıların nasıl başladı?

A.Ö: Master’ımı bitirir bitirmez, Rus profesörüm Alexande rDjika ‘Ardan, çok yeteneklisin, senin yurt dışına gitmen lazım’ dedi. İlk beni yönlendiren o olmuştur. Mezun olur olmaz, yüksek lisansım sırasında başvurduğum Berkeley, Kaliforna’da Artist in Resindence programına kabul oldum. Altı ay sürdü. Eğer, yetenekli ve orjinalseniz üstelik sanata hakikaten baş koyduysanız diğer kapılarında açıldığını görüyorsunuz. Peşinden ikinci kişisel sergim için Berlin’e gittim ve sonrasında Newyork sergim gerçekleşti. Geçen yıllar içerisinde İstanbul, Berlin ve New York arasında mekik dokudum.

W.: Newyork’daki sergiden bahsetmek istiyorum biraz. Bir çoğunun içindeki tek. 

A.Ö: O aslında Amerikayı özetleyen bir cümle, bir çok milletin bir araya gelmesinden oluşuyor; “United States of America”. Özellikle Newyork bunların arasından tek çıkar. Serginin adını New York’ta yaşarken sokakta buldum. Orada sokaklar hep 1 cent doludur. Bu kadar parayı seven bir memleketin yerden 1 centi almadığını düşünün. Türkiye’de yerde 5 kuruş bulamazsınız, bizde ne kadar da küçük olursa olsun alınıp, cebe atılır. En olmadı; bir fakire verilir. Çok enteresan, New York’ta ben o parayı elime aldım, baktım ve üzerinde latince “E Pluribus Unum” yazıyordu. Sonra anlamını öğrendim ve beni çok etkiledi.  Bir çoğunun içinden, tek. Bu hayatta çok şeyi özetleyen bir cümle.  Açtığım sergi de birçoğunun içinden tekti, ben sanatçı olarak da birçoğunun içinden tek’im.

Laundromat enstelasyonunu açıklamam gerekirse; Amerikada bir yaşam tarzı, oraya gitmek haftada veya ayda bir gitmek zorundasınızdır.  Türkiye’de en fakir ailelerin bile evinde çamaşır makinesi vardır ve bu bir lüks değildir. Ve bu çamaşırhanelerdeki ortam, o kadar renksiz, soğuk ve sıkıcıdır ki hemen terketmek istersiniz. Ben bu ortamın tam tersini yaptım; sanırım dünyadaki en eğlenceli çamaşırhaneyi post-it notlarla, rengarenk ve onlarca çamaşır makinesiyle  yaptım. Serginin en çekici eserlerinden biriydi.

W.: Türkiyede ki sanatçılar için genelde İstanbul’da bir kaç serge gerçekleştirdikten sonra, yurtdışı sergisi çok önem taşıyor. Özellikle New York sanatçılar için çok önemli. Bu senin için ne kadar önemliydi? Dünyanın herhangi bir yeri olması da farkediyor mu?

A.Ö: Çok önemli. Şöyle bir şey, “bütün dünya Newyork’u takip eder, eğer oradaysan takip edilirsin, orada değilsen takip edersin”.  Sanırım sorunun tek cevabı bu.

W.: Bir sonraki plan müzede sergi açmak mı?

A.Ö: Neden olmasın? Ben hazırım.

W.: Neon işlerin ile ilgili neler söylemek istersin?

A.Ö:  Herkesin bildiği gibi, çok özel eserler onlar. Müthiş bir okuması olan, özel cümleler seçiyorum.  Ve yaptığım her neon eser birbiriyle ilişkili ilerliyor.

W.: Peki serginin kavramsal duruşuna bir şey eklemek ister misin? Bu kapitalist şehri ve ülkeyi bir çok yönden ele alıyorsun ama bir yandan da Türk kültürünü de içine dahil ettiğin bir süreç belki de.

A.Ö: Sanatçı hangi ülkede yaşıyorsa ondan çok etkileniyor. Yani nasıl desem, bir akımın içine katılıyor ve onu başka türlü görüyorsunuz. Kendi ülkenizin farklılıklarını daha net algılıyorsunuz, benim çoğu zaman buraya ait üretmiş olduğum eserler (cumaya gittim gelicem), yurt dışındayken aklıma geliyor. Olduğun yere dışardan bakmak seni her zaman zenginleştiriyor. Ama bir de “ employees must wash hands” adlı eserim var, o tamamıyla Amerika’da kaldığım süre boyunca esinlenip ürettiğim bir iş.

W.: Sosyoloji ile yakından ilgileniyosun, Türkiyeyi’nin durumunu genel olarak nasıl değerlendiriyorsun?

A.Ö: Bütün hayatımız insanlarla, doğayla, maddeyle, yemekle veya herhangi birşeyle nasıl bir ilişki kurduğumuza bağlı. Bunu ben insan ilişkileri olarak sınırlamıyorum. Bir çiçekle, bir hayvanla, yemekle, yaptığınız bir resimle, yarattığınız bir eserle kurduğunuz ilişki; eğer gerçek olursa, samimi olursa, görmeye ve görülmeye başlıyorsunuz. Gözlem ayrı bir şey, iyi bir gözlemciyim. Gerçek sanatçılar iyi gözlemcilerdir. Eserlerime dikkatli bakarsanız Türkiye’yi veya dünyayı nasıl gördüğümü ve yorumladığımı anlarsınız.

W.: İşlerinde içerik ve temanın önemli olduğu kadar görsel bir dil ile de izleyiciyi karşılıyorsun. Bunun altında bizimle paylaşmak isteyeceğin bilinçli bir seçim yatıyor mu?

A.Ö: Hiçbir eserimde her ne kadar rastlantısal gözüksede, raslantısallık yoktur. Eser ile alakalı verdiğim her karar bilinçli bir seçimdir, benim seçimimdir.

Ve, uçan kuştan yüzen balığa kadar herşeyden ve herkesten esinleniyorum. Sanat eserlerimin çeşitliliğinden bunu anlayabilirsiniz. Hayatın kendisinin sanat olduğunu düşünüyorum ve işlerimde hayatı anlatıyorum. Ve müzik… müzik beni büyülüyor.

Sanatçıların hayat veya yaşam ile daha başka bir bağ kurduklarını, duyulmayanı duyduğunu ve görülmeyeni gördüğünü düşünüyorum. Bir anlamda sihirbazlık veya cadılık veya büyü gibi birşey. Çok tabi, bu işin içinde gizli bir bilgelik var. Ayrıca, yetenek gizli bir duadır.

W.: Bugün ‘’Sanatçı’’ olmak ve ‘’Ressam’’ olmak arasındaki fark gittikçe artmış durumda. Bu durumu-süreci nasıl tanımlarsın? Ya da kendini nerede konumlandırıyorsun?

A.Ö: Toplumlarda sanat ve sanatçının değeri ne kadar artarsa, sanatçı o kadar mutlu olur. Sanatçının bugünkü durumu mutlu olmayabilir ama bence umutlu. Umarım ülkemizdeki politika, ekonomi ve eğitim bunu artıracak şekilde planlanır. Ben mesleğim sorulduğunda ve sanatçıyım dediğimde, artık “şarkıcımısın?” denmesini duymak istemiyorum ve bunun için mücadele veriyorum. Bu durumla karşılaştığım her anda bıkıp usanmadan sanatçının aslında ne demek olduğunu anlatıyorum. Bu bir bakıma beni umutsuzluğa düşüren bir şey, öte yandan verdiğim mücedelenin bir parçası. Biz ilk önce sanatın ve sanatçının ne demek olduğunu anlatalım ve bilelim, gerisi size kalmış.

W.: Transparan heykeller, post-it baskılar, neonlar… seçilen malzeme ve anlatım mecraları izleyiciye sanatçı hakkında çok fazla ipucu verir. Mecraların senin için anlamı ne?

A.Ö: Sanat yaratıcılıktır. Ben daha çok günlük hayata bir boyut ekleyen ama aynı zamanda büyük soruları basitçe soran işler yapmaktan heyecan duyuyorum. İpek baskı tekniği benim yıllardır geliştirdiğim ve bana özgü detayları olan üçüncü elim. Post-it notlarla yaptığım mekana özgü enstelasyonlar, cam heykeller ve neonlar  kendi alanlarında Türk çağdaş sanatının ilkleri. Geleneksel bir tekniği, çağdaş bir aracıyla veya çağdaş bir tekniği geleneksel bir objeyle biraraya getirmem ve ürettiğim eserlerin dokunsal ve algısal yetilerinizi canlandırması beni özgün bir sanatçı yapan özelliğim.  Eserlerime süpriz bir şekilde rastlarsanız, kolaylıkla bu Ardan’ın diyebilirsiniz. Kullandığım tekniklerin farklı olmasına rağmen üstün bir fikir ve mizah bütünlüğü vardır.

Share on linkedin
Share on whatsapp
Share on facebook
Share on twitter
Share on pinterest