Emre Zeytinoğlu
Memet Güreli, Olağan VI, 2015, Kağıt üzeri karışık teknik, 46×58,5cm
Bir sanatçının kendi mekânını başka kişilere açması, orayı seyirlik bir yer olarak sunması çok da olağanüstü bir durum değildir. Bir sanatçının atölyesinin (ya da bir yazarın çalışma odasının) mahremiyeti, sanattan az-çok pay almış herkesin ilgisini çeker; öyle ki atölyesinin kapılarını zaman zaman ziyaretçi gruplarına açan ve o mekânı sergileyen sanatçılar, aslında yapıtlarının iç yüzlerini ifşa ediyorlardır.
Genel kanıya göre, bir sanat yapıtının kamusal alanda görülmesiyle, doğduğu atölyede görülmesi arasında büyük bir fark vardır. Bir atölye, sanatçıyı ve onun yapıtını korur, dışarıdaki egemen sistem koşullarının etkisini kırar. Çünkü orası, sanatçının özerkliğinin geçerli olduğu, yapıtını bağımsızca oluşturabildiği tek siperdir. Karl Marx’tan Friedrich Engels’e, Claude Saint-Simon’dan Charles Fourier’ye ve daha pek çok düşünüre göre bir atölye, insanın saf emeğinin yuvası olarak görülmüştür ki o saf emeğin niteliğini bozabilecek hiçbir şey, dışarıdan oraya sızamaz.
Örneğin Engels, Honoré de Balzac’ı sevmezdi; krallığın çürümüş siyasetine ortak olduğu için ve “sonradan görme” bir sınıfa gönül verip yaşamını harcadığı için, onu en sert biçimde eleştirmekten geri durmamıştır. Ama aynı Engels, 1888 yılında yazdığı bir yazıda, Balzac’ın Fransız toplumu hakkında en incelikli eleştirileri de ortaya koyabildiğini, ondan en profesyonel ekonomistlerden, istatistikçilerden ve tarihçilerden bile daha fazla şey öğrendiğini belirtmiştir. Balzac, tüm bu olumsuz kişiliğine karşın, toplumsal saptamalarındaki çarpıcı bilgileri nasıl öne çıkartabilmişti? Yanıtı çok zor değildir: Yazı yazdığı odayı, sokaktaki yaşamını belirleyen koşullardan ayırarak… O halde şunu onaylamak mümkündür: Bir atölyenin mahremiyeti, sanat yapıtının özerkliği ile eşdeğerdir.
Memet Güreli, Atölyeden I, 2015, Tuval üzeri yağlıboya, 150x220cm
Şimdi şunu işaret edelim: Memet Güreli, bu sergisinde atölyesinden yaptığı resimlerle, bize bir anlamda kendi mahremiyet alanını açıyor. Bunun da anlamı şu: Ressamın özerkliğinin ve eleştirel gücünün simgelerini seyrediyoruz; her görüntü birtakım malzemeler, eşyalar ya da mekânlar önümüze serse de bunların her biri bir araya gelerek gizli bir şey fısıldıyor: Egemen sistemin giremediği bir yer… Balzac’ın odası gibi mi? İşte tam burada bir açıklama yapmamız gerekiyor: Memet Güreli, Balzac’ta olduğu üzere bölünmüş bir kişilik ortaya koymaz; onun öznesini inşa eden eylemler, sokak ile mahremiyet alanı arasında bir ayrım yaratmaz. Yani onun resimleri, sokaktaki yaşamının da karşılığıdır. Oysa yine de bu atölye resimleri… Niçin ressam ille de atölyesini bize göstermek zorunluluğu duyuyor? Belki şu yüzden: Bir sanat yapıtının, asıl anlamını yalnızca bir atölyede ifade edebildiğini vurgulamak için… Marx şöyle yazmamış mıydı: “Sanat yapıtı, sanatçının atölyesinde ne kadar özerk bir tavırda üretilirse üretilsin, dışarıya çıktığında tam bir fabrika malı gibi alınır ve satılır.” Ressam kendi atölyesini resmetmekle, bu tümceyi de resmetmiş olmuyor mu? Ve bir atölyenin özerkliğini yüceltmiyor mu?
Bir kez daha söylemeliyiz ki bir atölye demek, sanat yapıtının kendi yeri demektir; doğru, bu resimler ona dikkat çekiyor. Diğer yandan onların her biri atölyenin niteliklerini anlattığı gibi, kendileri de bizzat bir sanat yapıtı halinde sunuluyor: Atölyeyi gösteren, onu yücelten, fakat aynı zamanda o atölyede doğmuş olmakla, özerkliğini yitirmemiş sanat yapıtları bunlar.
Memet Güreli, Atölyeden, 2015, Tuval üzeri yağlıboya, 150x350cm
Hepsi bu mu? Bir atölyeyi böyle tanımlamak, onun tam anlamını verebilmek için yeterli mi? Yukarıda anlatılanlar her ne kadar doğruluk payına sahip olsa da pratikte işler başka türlü gelişir. Evet, bir resmin sadece kendi yerinde görülmesi gerektiğini, onun anlamının sadece orada belirdiğini söyleyen pek çok düşünürü Walter Benjamin de izlemiştir. Benjamin’e göre bir resim, “aura” ile birlikte var olabilirdi ve izleyicisi de böylece sınırlı sayıda kalabilirdi. Müzik de öyledir: O da ancak kendi yerinden edindiği atmosfer ile dinlendiğinde anlaşılabilirdi vb… Ama Benjamin’in kendinden öncekilerden bir farkı olmuşsa, o da söz konusu “aura”nın yitirilmesini, radikal bir tavırla dile getirmesiyle olmuştur. Modern yaşam bir yandan, içine kabul ettiği teknolojik ortam ile “aura”yı dışlarken, bir yandan da Theodor Adorno ile Max Horkheimer’ın tanımladıkları “Kültür Endüstrisi”, sanat yapıtını atölyelerde de kuşatmaya başladı. Artık duvarlar, atölyeleri sokağa karşı koruyamaz olmuştu.
Modern dönem, Marx’ın da atölyeye atfettiği ayrıcalığı ortadan kaldırmaya başladığında (ki bu ayrıcalığın sona erdiğini iddia edenlerin tümü Marksist düşünürlerdi), bu mekânın bir “yuva” olduğu yönündeki romantik düşünceler de aşıldı. Orası artık sanatçının ve onun yapıtının mutlak özerkliği ile eşleştirilecek bir yer olamazdı ve o mekân daha çok bir Ortaçağ atölyesinin kaderine doğru yol alıyordu. Yani orası, sokaktaki sanat piyasası ile mesafesini elden kaçırmış yerler halinde, kendi kamusallığını yaratmış “atölyeler topluluğu” olması durumunda, egemen sisteme de yakınlık kuruyordu. Richard Sennett’ın Ortaçağ atölyelerine yaptığı yorumda olduğu üzere, “ruh, duvarların içine sığmıyordu”; bunlar kendi içlerinde kurdukları ortak bir düzen ile egemen sisteme yaklaştıkça işlevlerini sürdürebiliyorlardı. Nasıl ki bir Ortaçağ atölyesi “yuva” özelliğinden ayrılıp “loncalar sistemi”ne dâhil olmuştu, modern dönem atölyeleri de neredeyse böyle çalışıyordu.
Memet Güreli, Olağan XIV, 2015, Kağıt üzeri karışık teknik, 64x89cm
Öyleyse bu noktada, Memet Güreli’nin hâlâ romantik bir atölye düşüncesine takılıp kaldığını mı söyleyeceğiz? Bu sergide yalnızca atölye resimleri ile baş başa kalsaydık ve yalnızca o mekânı çok önemseyen bir düşünceye maruz kalsaydık, belki bunu düşünebilirdik. Ama bu sergide başka şeyler de var: Sokağa ve uzaktaki farklı mekânlara bakışlar… Daha farklı söyleyişle, eski güvenceli ortamını yitirmiş bir atölyede bulunduğunun farkında olarak, bir sanatçının sokağı konu etmesi… Sokağın atölyeye, atölyenin de sokağa sızma sürecini yansıtan bakışlar bunlar… Demek ki iki ortamın birbirlerine bağlanması durumunda çıkan sanat yapıtlarını seyretmekteyiz. Pekiyi burada sanatçı nerede? Sokağa açılmış atölyesinden, başka yerlere bakan o sanatçının varlığını nerede hissedebileceğiz? Ayrıca bu resimlerin sokağa karşı geliştirdiği özerk bakışı (hâlâ olabiliyorsa) nerelerde sezeceğiz?
Atölyenin içine sokağın tüm pratiği ve aynı zamanda da egemen sistemin tüm gerçekliği yansımıştır, burası tamam; fakat bununla birlikte atölyenin de sokağa bir etkisi olsa gerektir. Atölye kolay teslim olmak niyetinde değildir. Yine Marx’tan bir örnek verelim; o, her ne kadar bir sanat yapıtının sokağa çıktığında bir fabrika malı gibi tüketildiğini yazmış olsa da şuna da dikkat çekmişti: Piyasada bir mal haline gelmiş olsa da bir sanat yapıtı atölyede bağımsızca üretilmiş olması nedeniyle, kendi muhalif tavrını sokağa taşıyacak ve orada farklı bir gerçekliği sunmaya devam edecektir. Memet Güreli büyük olasılıkla bu tümceye sarılmaktadır; şöyle bir şey yapar: Atölyeye özgü bir takım “şey”leri, uzak yerlere bakarken gördüğü ya da görmesi gerektiği şeylerin arasına taşır ve bunları oralara yerleştirir. Sözgelimi atölyedeki kediler, ressamın uzanıp bakabildiği her yere kolayca girer ve o atölyenin mahremiyet simgesi olarak kendisini sürekli gösterir. Atölyenin bazı eşyaları, uzak mekânların çoğuna girmiş ve oraların asli nesneleri olmuştur. Diğer yandan atölye dışı mekânlar arasında da geçişlilikleri, birbirleriyle iç içeliklerini (oralar da mahremiyetlerini yitirmişlerdir) saptayabilmekteyiz; oralar arasında da pek çok şey paylaşılmaktadır.
Memet Güreli, Olağan XVII, 2015, Kağıt üzeri karışık teknik, 59x84cm
Şunu anlamaktayız: Mahrem mekânlar, hem kendi aralarında kurdukları ilişkilerle, hem de tüm bunların sokak ile kurdukları bağlantılarla o “loncalar sistemi”ne, dolayısıyla egemen sistemin işleyişine ortaklıklarını ilan etmişlerdir. Atölye de elbette bunların önemsiz bir parçasıdır. Yine de şu belirtilmeli: Mekânlar arası ilişkilerin, onların sokak ile bağlantılarının ve sonuçta da egemen sistem ile ortaklıklarının açığa çıkartılması, yine ressamın atölyesinde düşünülmüş ve ortaya konulmuştur. Bu çözümlemeyi ortaya koyan ressam ise o süreci kendi atölyesinde yaşamış ve gerçekleştirmiştir. Bu böyle olunca, atölye resimleri, yukarıda belirtilen her durumu içeren bir simge olarak, bir kez daha önem kazanır ve bu serginin ana fikrine dönüşür.
Biz her saptamayı ve her yorumu o atölye resimleri bağlamında yapabilmişsek, bir atölyenin mutlak bir siper olduğuna değil, her tür baskının ortasına kurulmuş ve anlık akıl yürütmeler ve manevralarla bu baskıyı tuzağa düşürme yeri olduğuna kanaat getiririz; sokak atölyeyi tutsak etmiştir, ama yine de orada mutlak egemenliği sağlayıp sağlayamadığı üzerine kuşkular içindedir. Zaten sanat, akıp giden olağan bir yaşam içinde, egemen sistemi kuşkuya sürüklemekten başka ne yapabilir ki? Ve olağan bir yaşamda, bir atölyenin başka ne ayrıcalığı olabilir ki?